Batı toplumları endüstrileşmeyle birlikte “narsistik çağı”nı yaşamaktadır. Aynı zamanda bu dönem yalnızlığın neredeyse salgın olarak yayıldığı “yalnızlık çağı” olarakta adlandırılabilir. Maddi olarak zenginleşen kaynakları gün geçtikçe artan ülkelerde buna karşın insanların giderek yalnızlaştığı ve izole olduğu dikkati çekmektedir.
Yalnızlığın yaşı yoktur. Hepimiz yaşamımızın belli dönemlerinde kendimizi yalnız hissetmişizdir. Gerçekte yalnız olmakla yalnızlık hissetmeyi birbirinden ayırmak gerekir. Bazen kalabalıklar içinde de yalnız ve izole hissedebiliriz. Albert Einstein’in “tüm dünyada tanınmış bir insan olmak ve kendini bir o kadar yalnız hissetmek çok garip” sözü yalnızlık duygusunun koşullardan bağımsız ve evrensel olduğunun güzel bir örneğidir. Yalnızlık duygusuna genelde diğer insanlardan kopma, mutsuzluk ve çaresizlik hissi de eşlik eder. Yalnızlık öznel bir deneyimdir. Her birey yalnızlığını kendine göre yaşar. Bu bağlamda yalnızlığın tanımı da kişiden kişiye değişir. Yalnızlık terimini ilk kullanan Freud 1939 yılında yazdığı makalesinde kişinin yalnızlık deneyimi yaşamasının içsel psişik yapısını tamamiyle değiştirebileceğini vurgulamıştır. Carl Gustav Jung’a göre yalnızlık, çevrede insan olmaması değil, önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğunda hissedilen duygudur. Diğer tanımlar: kişinin var olan ilişkileri ve olmasını istediği ilişkiler arasındaki uyumsuzluk ve buna bağlı hoşnutsuzluktur; kişide ait olamama duygusu ve azalmış sosyal destek; paylaşımın olamaması, yaşanan deneyimden farklı bir deneyime özlem; diğerlerine ihtiyaç duymaya rağmen yalnız olma; boşluk ya da için boş olması hissi olarak ifade edilir. Yalnızlık hissinin tarih öncesi çağlarda tek başına avlanma zorunda kalan savaşçılara kadar uzandığı, genetik olarak kodlandığı, o dönemde büyük ve yırtıcı hayvanları avlamanın zorluğu nedeniyle avcıların yalnız kalmak istemediği ve topluluk halinde yaşam ve avlanmanın bu duygu ile başa çıkma ihtiyacı sonucu doğduğu söylenmektedir. Tek yumurta ikizlerinde bu benzerliğin çok belirgin olması, bazı ailelerde yalnızlık hissinin daha yoğun görülmesi genetik yatkınlığı dikkate almamızı gerektirir. Genetik olarak içe dönük ve yalnızlık hissinin yoğun olarak yaşayan kişilerde belki bunun bir hastalık olarak ele alınması ve tıbbi destek verilmesi gerekebilir. Yalnızlığın ortaya çıkışında rol oynayan etkenler arasında genetik yatkınlık yanında çevresel etkenler ve kişinin psikolojik durumu da önemli olmaktadır. Erken çocukluk döneminde ev ya da okul değiştirme, arkadaş kaybı, ebeveynlerin ayrılması ya da ölmesi, okulda arkadaş edinememe, sosyal becerileri geliştirememe yaşamın ileri dönemlerinde yalnızlık duygusunun hissedilmesine zemin hazırlamaktadır. 12–18 yaş arası ergenlerde akranları tarafından dışlanan ve şiddete maruz kalanların yalnızlık hissinde artma, madde kullanımına yönelme, intihar eğiliminin 2–3 kat yükseldiği görülmektedir. Yetişkinlerde de taşınma, göç, iş değiştirme, cinsiyet, ırk, dini inançlar nedeniyle ayrımcılığa uğrama, dil bilmeme, hastalık nedeniyle izole olmak yalnızlık duygusunu besler büyütür. Bazen sorunlu insanlarla bir arada yaşamakda diğer insanlardan uzaklaşmaya yol açar. Amerika da yaşlılarda yalnızlık oranının yaklaşık %17 olduğu, evlenmemiş, sağlık sorunları olan, eğitimsiz, işlevsel bozukluğu ve ekonomik sorunları olan, evde yalnız yaşayan yaşlılarda bu hissin daha yoğun olduğu gözlenmiştir. Yalnızlık hissi süregenlik kazandığında çeşitli bedensel ve ruhsal sorunlara yol açmaktadır. Araştırmacılar yalnızlık ve sosyal izolasyonun en temel bazı içsel süreçlerimizi etkilediği bunlardan birinin de genlerin çalışması olduğunu göstermiştir. Örneğin bağışıklık sisteminin enfeksiyon hastalıklarındaki koruyucu etkisinin azaldığı, enfeksiyonlara yatkınlığın arttığı araştırmalarla gösterilmiştir. Araştırmalar sosyal çevrenin sağlığı etkilediği yalnız ve sosyal olarak izole insanların daha erken öldüğünü göstermiştir. Yalnızlık hissini yoğun olarak yaşayan kişilerde kandaki beyaz kürelerin oluşumunda rol alan genlerin çalışması incelediğinde bazı genlerin aşırı çalıştığı, bazılarının ise normalden az çalıştığı tespit edilmiştir. Aşırı çalışan genler enflamasyondan sorumlu olurken, az çalışan genler ise viral mekanizmalar ve antikor üretimiyle ilgili bulunmuştur. Genlerin çalışması ne kadar insan tanıdığınızla değil, insanları kendinize ne kadar yakın hissettiğinizle alakalıdır. Ayrıca sosyal izolasyon moleküler düzeyde insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Stres durumunda kortizolün enflamasyon yapan genleri baskılaması ortadan kalkar ve kalp hastalığı ve kanser gibi hastalıkların ortaya çıkma riski artar. Yalnızlık hissi strese yol açarak diğer sistemleri de olumsuz etkileyerek tansiyonda yükselme, kalp ve damar hastalıkları ve genetik yapıdan bağımsız olarak kişinin erken ölümüne yol açmaktadır. Ruhsal açıdan bakıldığında ise bu duygunun süregen olması durumunda kişide anksiyete ve özgüven azlığı oluşur, gerginlik ve öfke ile sosyal izolasyona yol açar. Kişide zamanla depresyon ve kalıcı özgüven azlığı ortaya çıkar. Daha da önemlisi intihar riskinin artmasıdır. İlaçla intihar girişiminde bulunan hastalarla yapılan çalışmada intihara yol açan sebepler arasında partneriyle sorun yaşamadan ilk sırada yer alırken ikinci sıklıkta yalnızlık hissi gösterilmiştir. İntihar girişiminin katlanılamaz durumdan kaçmak, kontrolünü yitirmek, sevdiği kişiye onu ne kadar sevdiğini göstermek ya da yardım çığlığı atmak amacıyla olduğu görülmüştür.